7 Temmuz 2017 Cuma

Neredesin - 3

Akşam otele yürümek zor geldi. Bir taksi çevirdi, “Giderken yolumuzun üzerinde manav var mı?” diye sordu. Şoför “Var ağabey” dedi. “İyi o zaman bir uğrayalım” dedi. Manavdan bir kilo mandalina aldı, taksiye tekrar bindi. Yolda gelirken taksicinin yolu uzattığını fark etti. Bu seferde sırf sessiz kalmış olmamak için tartıştı taksiciyle. Tartışma hiç bir şeyi çözmedi, yine tam para verdi ve yine para üstünü almadı. Otel odasına gelir gelmez soyundu ve kendini sıcak suyun altına attı. Duştan sonra çamaşırlarını değiştirip yatağa uzandı. Çok sessizdi içerisi. Kalktı. bilgisayarını açtı. Müzik olsun içeride biraz diye düşündü. Bach çalmaya başladığında sırtüstü tekrar yatağına uzandı, ellerin başının altında birleştirdi, gözlerini tavana dikip kendini müziğe bıraktı. Bir zaman sonra uykusu iyice bastırdı. Ayaklarını karnına doğru çekip sağ yanına döndü, sağ elini sağ yanağının altına, sol elini bacaklarının arasına koydu, “neredesin” deyip uykuya daldı...

12 Nisan 2017 Çarşamba

İnsan

Sıçan (dışkılayan) en iğrenç canlı.

İnsan bu tanımı hak ediyor mu diye merak edenler hatta bunu tanımı biraz fazla cüretkar bulanlar olacaktır. Onları naiflikleri ile baş başa bırakın ve söyleyeceklerime kulak verin.

hepimizin ilkokuldan beri öğrene geldiği üzere canlılar bitkiler ve hayvanlar diye ikiye ayrılır. Canlılar arasındaki birincil ayrım üzerinden gidecek olursak ve bitkilerin sıçmadığını (dışkılamadığını) göz önüne alırsak ilk cümlede vurguladığımız tanımın ne derece doğru olduğunu fark edeceksiniz.

Sıçan canlılar, ve dahi sıçan hayvanlar içerisinde en iğrenç olanı insandır. Belki de edebimizden değil de sırf bu iğrençliğimizi kimseye göstermeyelim diye diğer insanlardan uzakta sıçmaya başlamış daha sonra tuvaletleri icat etmişizdir.

Bir kediyi,, köpeği, ineği, kuşu getirin göz önüne, hatta izlediğiniz belgesellerden bir fili, aslanı veya zebrayı baz alın, bir de kendinizden başka bir insanın sıçtığını düşünün. Hangi görüntü sizi daha fazla rahatsız edecek tahmin etmek zor değil. Hatta kişinin kendi tuvaletteki halini düşünmesi ve o sahneyi kafasında kurgulaması dahi mide bulantısına sebep olur. Bu yüzden herkes günde en az bir kere yaptığı bu eylemden hiç bahsetmez, en fazla üstü kapalı değinir.

Sıçma prosesini yani vücutlarındaki katı atıkları bertaraf etme prosesini en iğrenç şekilde gerçekleştiren insanın kendini diğer hayvanlardan üstün görmesi de garip bi ikilemdir.



7 Nisan 2017 Cuma

Neredesin - 2

ocak ayı olmasına rağmen yerlerde fazla kar yoktu, halbuki buraya bu mevsimde biraz olsun kar görebilirim umuduyla gelmişti. işte yerdeki parçalı buzlar ve eski taş duvarlı binaların gölgesinde kaldığı için ermemiş beş santim kar. hepsi bu kadar… epey zaman olmuştu lokantadan çıkalı ve hiçbir amacı olmadan şehirde öylesine yürüyordu. kayboluyordu sokaklarda ve buna aldırmıyordu. zaten kendisi de kayıptı ve bunu biliyordu. hatta trende gelirken “acaba kendimi bulabilecek miyim” diye söylenmişti bile. şimdi şehrin kuzey ucundaydı, buraya nasıl geldiğinin farkında bile değildi sanki, demir köprünün üzerinde durmuş üzeri buz kaplı nehre bakıyordu. uzaktan iki köpeğin havlama sesleri geliyordu. birden karşıdan gelen yaşlı bir kadınla bir adam gördü. kol kolaydılar ve konuşmuyorlardı, adımları birbirine uymuş sessiz sessiz yürüyorlardı. adam tam yanından geçerken kafasını ona doğru kaldırdı ve bitmek üzere olan sigarasından bir nefes daha çekti. adamla kadının arkasından baktı bir süre ve tam da her ikisi de aynı anda köprüden aşağı adımlarını attıklarında tekrar duyulur duyulmaz bir sesle "neredesin" dedi.

29 Mart 2017 Çarşamba

Neredesin - 1

ellerini yıkadıktan sonra ıslak ellerini saçında gezdirirken aynadaki görüntüsüne tekrar baktı “ne haldeyim” dedi. kapı tokmağına dokunmamak için kullandığı kağıt havluyu tam kapıdan çıkarken yandaki çöp kutusuna attı. masasına dönerken etrafına bir kez daha baktı, montunu giyip tam kapıdan çıkarken son bir kez daha... hesabı ödeyip dışarı adım attığında ılık bir kış güneşi karşıladı kısık gözlerini. lokantanın kapısında beş saniye kadar bekleyip bir sağa, bir sola baktı ve duyulur duyulmaz bir sesle “neredesin” dedi...

23 Ocak 2012 Pazartesi

makedonya (son)

Tatil bitti.
Genel izlenimlerimi yazmadan önce bugünümü anlatayım diyeceğim ama sabah erkenden kalkıp yedi otuz otobüsüyle, nerdeyse tamamen uyuyarak Üsküp’e geldim. Ufak bir meydan turu ardından karnımı doyurmak için tekrar eski pazara gittim. Kahvaltı niyetine çorba içip hemen üzerine öğle yemeği niyetine biftek yedim ve bir taksiye atlayıp buraya, havaalanına geldim. Uçağın kalkmasına henüz bir buçuk saat var.

Artık, ardımda kalmaya mecbur tatilim için şunları söyleyebilirim;
-       Bir hafta Makedonya için yetmedi, bir hafta daha burada kalacak olsaydım, o zamanı da dolu dolu geçirebilirdim.
-       Çok güzel bir ülke diyemesem de Makedonya için, Üsküp ve Ohrid çok güzel şehirler.
-       Hiçbir güvenlik problemi yaşamadım. öyle param çalınır, gaspa uğrarım gibi korkularımın tamamı yersizmiş, sokaklarda bir kez, o da sadece Bitola’da polis arabası gördüm.
-       Trafik oldukça düzenli ve herkes trafikte birbirine saygılı.
-       Gördüğüm tüm şehirlerde (Üsküp, Ohrid, Struga, Bitola) caddeler oldukça geniş ve düzenli, herhangi bir karmaşa yok. Sadece Üsküp’te eski Pazar taraflarında bir karmaşa var ama o da tarihi dokusu korunmak istenen yapıların neden olduğu bir karmaşıklık. Yani rahatsız edici değil.
-       Ben kış mevsiminde geldim ve oldukça keyifli bir tatil geçirdim ama eminim yazın bu keyif çok rahat ikiye, üçe katlanabilir.
-       Kalacak yerle ilgili herhangi bir sorun yaşamadım, yaşanacağını da düşünmüyorum çünkü çok fazla alternatif var. Ama bu kadar alternatifin içinde her hangi bir tutarsızlıkta yok. Yani aynı tip otellerin gecelik fiyatları hep birbirine yakın, keza hostellerin de öyle. Yani bütçe belli ise çok yer araştırayım daha ucuzunu bulurum belki diye dolaşıp durmaya gerek yok. Hosteller 10-15€, iki veya üç yıldızlı oteller 35-40€ arasında fiyatlara sahip.
-       Ulaşım ucuz olmakla beraber taksiye yönelmeden önce otobüs seçeneklerinin araştırılmasında, otobüs bulunamaması halinde taksiciyle önce fiyat hakkında konuşulmasında fayda var. Çok uzak mesafelere neredeyse bedava denilebilecek fiyatlarla otobüs bulmak mümkün.
-       Trenle seyehati araştırmadım hiç, doğrusu gerek de görmedim buna.
-       Üsküp’te neredeyse tüm müzeleri dolaştım. Davutpaşa Hamamı, Ulusal Savaş Müzesi ve Mother Teressa görülmeye değer yerler, Üsküp’e gelip de buralara uğramadan dönmeyin. Benim tatilim sırasında herhangi bir sergileme yoktu ama olsaydı eminim Çifte Hamam içine aynı şeyleri söylerdim.
-       Yine Üsküp’de çevreye hakim bir tepeye (Vodno) dikili devasa haçı aşağıdan görmek yetiyor. Ne varmış acaba orada diye o kadar yol gitmeye değmiyor açıkçası. Daha önce de dediğim gibi zamanla alakalı, eğer çok zamanınız varsa şehre yukarıdan bakmak için gidilebilir.
-       Mümkünse Vodno’ya çıkan yol üzerinde ki mahallelerde kaybolun bir süre.
-       Denk getirebilirseniz bir akşam, Makedonlarla birlikte bir barda maç izleyin. Hentbol yada futbol fark etmez, o heyecana anında sizi de dahil edeceklerdir.
-       Ohrid apayrı bir şehir. Aşık olunası… imkanım olsa tüm Makedonya’yı gezdikten sonra en son buraya gelir ve birkaç hafta kalırdım burada. Göl kenarında otururken, siz de benim gibi, emekliliğimde gelip buraya mı yerleşsem diye planlar yaparken bulabilirsiniz kendinizi.
-       Yazın çok daha güzel ve kalabalık oluyormuş Ohrid ve göle de girme imkanı varmış ama benim gibi kalabalıktan kaçanlar için en iyi zaman sanırım kış ayları.
-       Ohrid’te 20 ocak’ta bulunma şansınız olursa balıkçı festivalini, dolayısıyla meydanda dağıtılan balık çorbasıyla, çeşitli şarap evlerinin ikram ettiği değişik şarapları deneme fırsatını yakalamış olursunuz.
-       Ne yapıp edin, Bitola’ya bir gününüzü ayırın. Manastırı, burada Atatürk için hazırlanmış anı odasını mutlaka görün. Ziyaretçi defterini geriye doğru okuyarak en son siz de duygularınızı yazın.
-       Struga için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, zamanınız varsa gidin ama öyle çok şey beklemeyin. Eğer giderseniz suyun akış yönüne göre sol tarafta Angela var, cafe&bar, kışın orada şömine başında oturup Makedon birası içmeden gelmeyin.
-       Makedon birası demişken, sakın kanıpta Makedon rakısı içeyim demeyin. Yoğunlaştırılmış vodka’ya Makedon rakısı diyorlar ve bu rakı bir dubleyi bitirene kadar akla karayı seçtiriyor.
-       Yemek konusunda rahat davranabilirsiniz. Tat ve kokular rahatsız edici değil. Hiç bir şey bulamazsanız bile kebap dedikleri Üsküp Köftesi kurtarıcınız olacaktır.
-       Yemek demişken, menülerden rastgele çorba isteyip deneyin derim, son iki gün denedim ve ikisinde de pişman olmayıp çok güzel çorbalar içtim. (adlarını hatırlamıyorum)
-       Alkolün her çeşidi çok ucuz. Buna kanıp da dur bir de Makedon Rakısı deneyeyim demeyin! 

           -      Son olarak, Makedonya Avrupa birliğine kabul edilip, shengen vizesi gerektirmeden önce mutlaka gelin(gidin) görün…

22 Ocak 2012 Pazar

ohrid 3. gün

Tatilin son günü… İnsan hiç tatilin bitmesini ister mi sorusunun cevabı bugün yediğim soğuktan sonra “evet” olabildi!
Artık tatil günü adetim olduğu üzere –hoş iş günlerinde de böyleyim ya- erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım ve attım kendimi dışarı. Amacım heme Bitola’ya gidip öğleden sonra erken saatlerde dönmek ve son bir Ohrid turu yapmaktı.
Saat dokuz olmadan Ohrid’in şehirlerarası otobüs terminali demeye dilimin varmadığı “bus station”ına varmıştım bile. Bitola’yı hep çok yakında(40-50km) zannettiğim için kolayca otobüs bulurum diyordum ki saat on’a kadar orada beklemem gerekeceğini öğrendim. Yine hadi onbir de orada oluruz, saat iki gibi dönüş otobüsü olsa falan derken yolun bir buçuk saat sürdüğünü dönüş için de ilk otobüsün akşamüzeri onaltı’da olduğunu öğrendim. Bitola artık tüm günümü alacaktı ve elimden bir şey gelmezdi. Razı oldum ben de kaderime.
Bitola’ya vardığımızda saat öğlene geliyordu neredeyse, yürüyerek şehir merkezine doğru gideyim diye salınmaya başladım, Ohrid’indekinden çok daha kötü durumda olan “bus station”dan şehre doğru. Hava dondurucu derecede soğuktu ve anlaşılan bugün benim günüm değildi. Her şey mi böyle aksi olur?
Tam hayıflanırken kaderime yolun karşısında tarihi bir bina, cadde ortasında da ‘müze’ tabelasını görünce hah dedim tam benlik, ısınırım hem biraz. Müzenin karşısına gelip bahçe kapısından geçince daha içeri girmeden ısınmış oldum. Meğer şans eseri bulduğum bu bina, Bitola’ya geliş amacım olan, görmeyi çok istediğim Ulu Önder Atatürk’ün askeri idadi’yi okuduğu ve günümüzde müzeye çevrilmiş olan askeri okulun olduğu binaymış.

Makedonya’nın ücra denilebilecek bir köşesinde, kapısında böyle bir yazının olduğu bir müze görmek gururdan çok daha fazlasını yaşatıyor insana. Müze içinde Atatürk için ayrı bir anı odasının tertiplendiğini görmek, ziyaretçiler için hazırlanmış Atatürk hakkında yirmi dakikalık bir belgesel izlemek, hele ki anı odasına konulmuş ziyaretçi defterinden geriye doğru birkaç sayfa okumak, tarif edilemez duygulara yol açıyor. Burada, Atatürk için hazırlanmış anı odasında, sergilenen tüm fotoğrafları daha önce görmüş olmama rağmen, Atatürk için hazırlana videodaki tüm anlatılanları ezbere bilmeme rağmen bu eski binada düşündüğümden çok daha fazlasını buldum kendi adıma. Ulu önderi, modern Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunu bir kez de kendi okulunda ziyaret etmenin gururunu yaşamış oldum.
Ve bu gururla müzenin geri kalanını dolaşıp Makedonya’da ki son müze ziyaretimi tamamlanış oldum. Bitola’da ziyeret ettiğim bu müze, gerek sergilenen eserler açısından olsun, gerekse kurgu bakımından olsun Üsküp’de ziyaret ettiklerimden çok daha başarılı lakin bir  kadar da soğuktu. Bu müzenin çok acil, çalışan bir ısıtma sistemine ihtiyacı var!
Soğuk bugün kemiklerime kadar işledi Bitola’da! Uzun zamandan beri bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. İki gün önce burada hava sıcaklığı -25 dereceymiş bugün bakma veya öğrenme fırsatım olmadı ama eksi değerlerde seyrettiğine kalıbımı basarım.
Şirin fakat küçük bir şehir Bitola. Belki gezmek için biraz daha zamanım ve gezmek için uygun bir mevsim olsaydı daha fazla şey söyleyebilirdim hakkında ama kesici soğukta ve kısıtlı zaman içinde görebildiğim kadarıyla boylu boyuna uzanan bir caddeden ibaret ve bütün cafe, restaurant gibi turistik yerler bu cadde üzerine konuşlanmış durumda. Caddenin sonuna doğru Osmanlı zamanından kalma iki tarihi camii ve şimdiye kadar gördüklerimin en kötüsü bir kapalı çarşı bu turistik mekanları tamamlar nitelikte. Tüm bitola gezimi yarım saat dolaşmak, bir saat sıcak bir mekan bulup ısınmakla geçtiğini ve bu deneyimimle Bitola’nın cafe ve bistrolarının oldukça güzel ve kalabalık olduğunu söyleyebilirim.
Ohrid’e döndüğümde saat akşamın altısına gelmekteydi ve hava çoktan kararmıştı. Artık bu tatilimin son akşamındayım ve dönüş için hazırlıklar yapmaya başladım bile. Yarın sabahın programı hemen hemen belli de, onları da artık –muhtemelen- yarın Üsküp Havaalanından yazarım.

21 Ocak 2012 Cumartesi

ohrid 2. gün

Artık tatilin son günlerindeyim. Hatta bugünde bitti ya, tatilimi bitmiş sayabilirim artık. Fena.
Ohrid Gölünün hemen karşısında, göl manzaralı bir otelde kalıyorum. Otel fiyatları burada Üsküp’e oranla daha düşük, böylece mükemmel manzaralı bir otel bulmak çok da dert olmuyor. Ama dün gece, otel gölün sularına karışacak sandım. O kadar kötü bir fırtına vardı ki ben böylesini en son seneler evvel Abana’da, karadeniz sahilinde, görmüştüm dersem abartmış olmam. Üstelik bu kez bu denli bir fırtına ve böyle dalgaların, karşı sahili gözüken bir gölde olması daha da ilginçti. Gece uykumdan uyandım fırtınanın sesiyle ve balkondan baktığımda dalgalar gölün doğu sahilini, otellerin bulunduğu sahili delice dövüyor, otelin pencerelerine takılı panjurları zangır zangır titretiyordu. Tekrar yatağıma döndüğümde uyumanın bu gürültüde mümkün olamayacağını, korkudan uyuyamamayı her ne kadar kendime yediremesem bile, böyle bir bahanenin yutulabilir olduğunu düşünerek uzandım yatağıma.
Uyandığımda müthiş bir sessizlik vardı. Hemen pencereye koştum ve gece delirmişçesine kıyıya saldıran gölü adeta bir çarşaf gibi karşımda serilmiş buldum. İlginç dedim kendi kendime ve üzerine biraz daha uyudum.
Kahvaltı için aşağı indiğimde sanırım tüm otel hala daha uyuyordu. Koca salonda, tek başıma, vasat kahvaltımı bitirip –oteller bu yüzden ucuz olabilir- adetim olduğu üzere hemen dışarı attım kendimi. Sokaklar henüz boş ve bir miktar karlıyken şehri gezmek çok keyifliydi. Üstelik  güneş yüzünü göstermeye başlamış, tam karşıdan vurduğu zaman iyice ısıtır olmuştu. Bunu fırsat bilip şehir turunun ardından sahilde yer alan cafelerden birinde güneşe serdim kendimi ve kahvemi içip bir yandan tertemiz havanın keyfini çıkarırken bir yandan da sokakların hareketlenmesine şahit oldum.
Şehir turu sırasında kaleye kadar çıkmadım ama iskele tarafında iç içe geçmiş sokaklar ve tarihi dokusu bozulmamış evler çok güzel bir yürüyüş parkuru sundu bana. İnsan bu sokaklar içnde birkaç saat amaçsızca yürüyebilir üstelik insan girdiği bir sokağın kendini nereye çıkaracağını asla tahmin edemeyebilir de!
Kahvemi içip tüm şehri uyandırdıktan sonra bir taksi tutup Struga’ya gittim. Tatilimin en vasat kısmı burada geçti desem yeridir çünkü Struga’da görmeye değer bir şey bulamadım. En azından ben göremedim. Eğer tatil için sınırlı zamana sahipseniz benim gibi, buraya gelerek zamanı harcamanın hiç akıl karı olmadığını söyleyebilirim ama gezip dolaşmak için yeterinden fazla zaman sahibiyseniz, burada da göl kenarında bir yürüyüş yapmayı isteyebilirsiniz. Tamamen zaman meselesi yani…
           Akşamüzeri Ohrid'e döndüğümde, bu kez de akşam güneşine serdim kendimi göl kenarında. Banklarda akşam güneşini seyrederken martılara fıstık atmanın keyfi tarif edilemez bence. Böylece Ohrid'e gelince yapılması gereken şeyler listesinin başına sahilde martıları beslemeyi rahatlıkla koyabilirim, terapi niyetine…