23 Ocak 2012 Pazartesi

makedonya (son)

Tatil bitti.
Genel izlenimlerimi yazmadan önce bugünümü anlatayım diyeceğim ama sabah erkenden kalkıp yedi otuz otobüsüyle, nerdeyse tamamen uyuyarak Üsküp’e geldim. Ufak bir meydan turu ardından karnımı doyurmak için tekrar eski pazara gittim. Kahvaltı niyetine çorba içip hemen üzerine öğle yemeği niyetine biftek yedim ve bir taksiye atlayıp buraya, havaalanına geldim. Uçağın kalkmasına henüz bir buçuk saat var.

Artık, ardımda kalmaya mecbur tatilim için şunları söyleyebilirim;
-       Bir hafta Makedonya için yetmedi, bir hafta daha burada kalacak olsaydım, o zamanı da dolu dolu geçirebilirdim.
-       Çok güzel bir ülke diyemesem de Makedonya için, Üsküp ve Ohrid çok güzel şehirler.
-       Hiçbir güvenlik problemi yaşamadım. öyle param çalınır, gaspa uğrarım gibi korkularımın tamamı yersizmiş, sokaklarda bir kez, o da sadece Bitola’da polis arabası gördüm.
-       Trafik oldukça düzenli ve herkes trafikte birbirine saygılı.
-       Gördüğüm tüm şehirlerde (Üsküp, Ohrid, Struga, Bitola) caddeler oldukça geniş ve düzenli, herhangi bir karmaşa yok. Sadece Üsküp’te eski Pazar taraflarında bir karmaşa var ama o da tarihi dokusu korunmak istenen yapıların neden olduğu bir karmaşıklık. Yani rahatsız edici değil.
-       Ben kış mevsiminde geldim ve oldukça keyifli bir tatil geçirdim ama eminim yazın bu keyif çok rahat ikiye, üçe katlanabilir.
-       Kalacak yerle ilgili herhangi bir sorun yaşamadım, yaşanacağını da düşünmüyorum çünkü çok fazla alternatif var. Ama bu kadar alternatifin içinde her hangi bir tutarsızlıkta yok. Yani aynı tip otellerin gecelik fiyatları hep birbirine yakın, keza hostellerin de öyle. Yani bütçe belli ise çok yer araştırayım daha ucuzunu bulurum belki diye dolaşıp durmaya gerek yok. Hosteller 10-15€, iki veya üç yıldızlı oteller 35-40€ arasında fiyatlara sahip.
-       Ulaşım ucuz olmakla beraber taksiye yönelmeden önce otobüs seçeneklerinin araştırılmasında, otobüs bulunamaması halinde taksiciyle önce fiyat hakkında konuşulmasında fayda var. Çok uzak mesafelere neredeyse bedava denilebilecek fiyatlarla otobüs bulmak mümkün.
-       Trenle seyehati araştırmadım hiç, doğrusu gerek de görmedim buna.
-       Üsküp’te neredeyse tüm müzeleri dolaştım. Davutpaşa Hamamı, Ulusal Savaş Müzesi ve Mother Teressa görülmeye değer yerler, Üsküp’e gelip de buralara uğramadan dönmeyin. Benim tatilim sırasında herhangi bir sergileme yoktu ama olsaydı eminim Çifte Hamam içine aynı şeyleri söylerdim.
-       Yine Üsküp’de çevreye hakim bir tepeye (Vodno) dikili devasa haçı aşağıdan görmek yetiyor. Ne varmış acaba orada diye o kadar yol gitmeye değmiyor açıkçası. Daha önce de dediğim gibi zamanla alakalı, eğer çok zamanınız varsa şehre yukarıdan bakmak için gidilebilir.
-       Mümkünse Vodno’ya çıkan yol üzerinde ki mahallelerde kaybolun bir süre.
-       Denk getirebilirseniz bir akşam, Makedonlarla birlikte bir barda maç izleyin. Hentbol yada futbol fark etmez, o heyecana anında sizi de dahil edeceklerdir.
-       Ohrid apayrı bir şehir. Aşık olunası… imkanım olsa tüm Makedonya’yı gezdikten sonra en son buraya gelir ve birkaç hafta kalırdım burada. Göl kenarında otururken, siz de benim gibi, emekliliğimde gelip buraya mı yerleşsem diye planlar yaparken bulabilirsiniz kendinizi.
-       Yazın çok daha güzel ve kalabalık oluyormuş Ohrid ve göle de girme imkanı varmış ama benim gibi kalabalıktan kaçanlar için en iyi zaman sanırım kış ayları.
-       Ohrid’te 20 ocak’ta bulunma şansınız olursa balıkçı festivalini, dolayısıyla meydanda dağıtılan balık çorbasıyla, çeşitli şarap evlerinin ikram ettiği değişik şarapları deneme fırsatını yakalamış olursunuz.
-       Ne yapıp edin, Bitola’ya bir gününüzü ayırın. Manastırı, burada Atatürk için hazırlanmış anı odasını mutlaka görün. Ziyaretçi defterini geriye doğru okuyarak en son siz de duygularınızı yazın.
-       Struga için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, zamanınız varsa gidin ama öyle çok şey beklemeyin. Eğer giderseniz suyun akış yönüne göre sol tarafta Angela var, cafe&bar, kışın orada şömine başında oturup Makedon birası içmeden gelmeyin.
-       Makedon birası demişken, sakın kanıpta Makedon rakısı içeyim demeyin. Yoğunlaştırılmış vodka’ya Makedon rakısı diyorlar ve bu rakı bir dubleyi bitirene kadar akla karayı seçtiriyor.
-       Yemek konusunda rahat davranabilirsiniz. Tat ve kokular rahatsız edici değil. Hiç bir şey bulamazsanız bile kebap dedikleri Üsküp Köftesi kurtarıcınız olacaktır.
-       Yemek demişken, menülerden rastgele çorba isteyip deneyin derim, son iki gün denedim ve ikisinde de pişman olmayıp çok güzel çorbalar içtim. (adlarını hatırlamıyorum)
-       Alkolün her çeşidi çok ucuz. Buna kanıp da dur bir de Makedon Rakısı deneyeyim demeyin! 

           -      Son olarak, Makedonya Avrupa birliğine kabul edilip, shengen vizesi gerektirmeden önce mutlaka gelin(gidin) görün…

22 Ocak 2012 Pazar

ohrid 3. gün

Tatilin son günü… İnsan hiç tatilin bitmesini ister mi sorusunun cevabı bugün yediğim soğuktan sonra “evet” olabildi!
Artık tatil günü adetim olduğu üzere –hoş iş günlerinde de böyleyim ya- erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım ve attım kendimi dışarı. Amacım heme Bitola’ya gidip öğleden sonra erken saatlerde dönmek ve son bir Ohrid turu yapmaktı.
Saat dokuz olmadan Ohrid’in şehirlerarası otobüs terminali demeye dilimin varmadığı “bus station”ına varmıştım bile. Bitola’yı hep çok yakında(40-50km) zannettiğim için kolayca otobüs bulurum diyordum ki saat on’a kadar orada beklemem gerekeceğini öğrendim. Yine hadi onbir de orada oluruz, saat iki gibi dönüş otobüsü olsa falan derken yolun bir buçuk saat sürdüğünü dönüş için de ilk otobüsün akşamüzeri onaltı’da olduğunu öğrendim. Bitola artık tüm günümü alacaktı ve elimden bir şey gelmezdi. Razı oldum ben de kaderime.
Bitola’ya vardığımızda saat öğlene geliyordu neredeyse, yürüyerek şehir merkezine doğru gideyim diye salınmaya başladım, Ohrid’indekinden çok daha kötü durumda olan “bus station”dan şehre doğru. Hava dondurucu derecede soğuktu ve anlaşılan bugün benim günüm değildi. Her şey mi böyle aksi olur?
Tam hayıflanırken kaderime yolun karşısında tarihi bir bina, cadde ortasında da ‘müze’ tabelasını görünce hah dedim tam benlik, ısınırım hem biraz. Müzenin karşısına gelip bahçe kapısından geçince daha içeri girmeden ısınmış oldum. Meğer şans eseri bulduğum bu bina, Bitola’ya geliş amacım olan, görmeyi çok istediğim Ulu Önder Atatürk’ün askeri idadi’yi okuduğu ve günümüzde müzeye çevrilmiş olan askeri okulun olduğu binaymış.

Makedonya’nın ücra denilebilecek bir köşesinde, kapısında böyle bir yazının olduğu bir müze görmek gururdan çok daha fazlasını yaşatıyor insana. Müze içinde Atatürk için ayrı bir anı odasının tertiplendiğini görmek, ziyaretçiler için hazırlanmış Atatürk hakkında yirmi dakikalık bir belgesel izlemek, hele ki anı odasına konulmuş ziyaretçi defterinden geriye doğru birkaç sayfa okumak, tarif edilemez duygulara yol açıyor. Burada, Atatürk için hazırlanmış anı odasında, sergilenen tüm fotoğrafları daha önce görmüş olmama rağmen, Atatürk için hazırlana videodaki tüm anlatılanları ezbere bilmeme rağmen bu eski binada düşündüğümden çok daha fazlasını buldum kendi adıma. Ulu önderi, modern Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunu bir kez de kendi okulunda ziyaret etmenin gururunu yaşamış oldum.
Ve bu gururla müzenin geri kalanını dolaşıp Makedonya’da ki son müze ziyaretimi tamamlanış oldum. Bitola’da ziyeret ettiğim bu müze, gerek sergilenen eserler açısından olsun, gerekse kurgu bakımından olsun Üsküp’de ziyaret ettiklerimden çok daha başarılı lakin bir  kadar da soğuktu. Bu müzenin çok acil, çalışan bir ısıtma sistemine ihtiyacı var!
Soğuk bugün kemiklerime kadar işledi Bitola’da! Uzun zamandan beri bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. İki gün önce burada hava sıcaklığı -25 dereceymiş bugün bakma veya öğrenme fırsatım olmadı ama eksi değerlerde seyrettiğine kalıbımı basarım.
Şirin fakat küçük bir şehir Bitola. Belki gezmek için biraz daha zamanım ve gezmek için uygun bir mevsim olsaydı daha fazla şey söyleyebilirdim hakkında ama kesici soğukta ve kısıtlı zaman içinde görebildiğim kadarıyla boylu boyuna uzanan bir caddeden ibaret ve bütün cafe, restaurant gibi turistik yerler bu cadde üzerine konuşlanmış durumda. Caddenin sonuna doğru Osmanlı zamanından kalma iki tarihi camii ve şimdiye kadar gördüklerimin en kötüsü bir kapalı çarşı bu turistik mekanları tamamlar nitelikte. Tüm bitola gezimi yarım saat dolaşmak, bir saat sıcak bir mekan bulup ısınmakla geçtiğini ve bu deneyimimle Bitola’nın cafe ve bistrolarının oldukça güzel ve kalabalık olduğunu söyleyebilirim.
Ohrid’e döndüğümde saat akşamın altısına gelmekteydi ve hava çoktan kararmıştı. Artık bu tatilimin son akşamındayım ve dönüş için hazırlıklar yapmaya başladım bile. Yarın sabahın programı hemen hemen belli de, onları da artık –muhtemelen- yarın Üsküp Havaalanından yazarım.

21 Ocak 2012 Cumartesi

ohrid 2. gün

Artık tatilin son günlerindeyim. Hatta bugünde bitti ya, tatilimi bitmiş sayabilirim artık. Fena.
Ohrid Gölünün hemen karşısında, göl manzaralı bir otelde kalıyorum. Otel fiyatları burada Üsküp’e oranla daha düşük, böylece mükemmel manzaralı bir otel bulmak çok da dert olmuyor. Ama dün gece, otel gölün sularına karışacak sandım. O kadar kötü bir fırtına vardı ki ben böylesini en son seneler evvel Abana’da, karadeniz sahilinde, görmüştüm dersem abartmış olmam. Üstelik bu kez bu denli bir fırtına ve böyle dalgaların, karşı sahili gözüken bir gölde olması daha da ilginçti. Gece uykumdan uyandım fırtınanın sesiyle ve balkondan baktığımda dalgalar gölün doğu sahilini, otellerin bulunduğu sahili delice dövüyor, otelin pencerelerine takılı panjurları zangır zangır titretiyordu. Tekrar yatağıma döndüğümde uyumanın bu gürültüde mümkün olamayacağını, korkudan uyuyamamayı her ne kadar kendime yediremesem bile, böyle bir bahanenin yutulabilir olduğunu düşünerek uzandım yatağıma.
Uyandığımda müthiş bir sessizlik vardı. Hemen pencereye koştum ve gece delirmişçesine kıyıya saldıran gölü adeta bir çarşaf gibi karşımda serilmiş buldum. İlginç dedim kendi kendime ve üzerine biraz daha uyudum.
Kahvaltı için aşağı indiğimde sanırım tüm otel hala daha uyuyordu. Koca salonda, tek başıma, vasat kahvaltımı bitirip –oteller bu yüzden ucuz olabilir- adetim olduğu üzere hemen dışarı attım kendimi. Sokaklar henüz boş ve bir miktar karlıyken şehri gezmek çok keyifliydi. Üstelik  güneş yüzünü göstermeye başlamış, tam karşıdan vurduğu zaman iyice ısıtır olmuştu. Bunu fırsat bilip şehir turunun ardından sahilde yer alan cafelerden birinde güneşe serdim kendimi ve kahvemi içip bir yandan tertemiz havanın keyfini çıkarırken bir yandan da sokakların hareketlenmesine şahit oldum.
Şehir turu sırasında kaleye kadar çıkmadım ama iskele tarafında iç içe geçmiş sokaklar ve tarihi dokusu bozulmamış evler çok güzel bir yürüyüş parkuru sundu bana. İnsan bu sokaklar içnde birkaç saat amaçsızca yürüyebilir üstelik insan girdiği bir sokağın kendini nereye çıkaracağını asla tahmin edemeyebilir de!
Kahvemi içip tüm şehri uyandırdıktan sonra bir taksi tutup Struga’ya gittim. Tatilimin en vasat kısmı burada geçti desem yeridir çünkü Struga’da görmeye değer bir şey bulamadım. En azından ben göremedim. Eğer tatil için sınırlı zamana sahipseniz benim gibi, buraya gelerek zamanı harcamanın hiç akıl karı olmadığını söyleyebilirim ama gezip dolaşmak için yeterinden fazla zaman sahibiyseniz, burada da göl kenarında bir yürüyüş yapmayı isteyebilirsiniz. Tamamen zaman meselesi yani…
           Akşamüzeri Ohrid'e döndüğümde, bu kez de akşam güneşine serdim kendimi göl kenarında. Banklarda akşam güneşini seyrederken martılara fıstık atmanın keyfi tarif edilemez bence. Böylece Ohrid'e gelince yapılması gereken şeyler listesinin başına sahilde martıları beslemeyi rahatlıkla koyabilirim, terapi niyetine… 

20 Ocak 2012 Cuma

ohrid 1. gün

Fantastik bir yerdeyim bugün!
Sabah erkenden, kahvaltıdan hemen sonra çıktım otelden. Otobüs garajının yerini zaten biliyordum, buraya gelmek zor olmadı. Kaldığım otelden yaklaşık on dakikalık bir mesafede zaten.
Ohri için bilet aldığımda daha otobüsün kalkmasına yarım saatten çok zaman vardı. Otobüs terminalinin izbe görüntüsü içinde birkaç fotoğraf çekmekten başka yapacak bir şey de yoktu. Bu nedenle gün biraz durgun başladı.
Otobüs geldiğinde içten içe şaşkınlığımı bastıramadım çünkü gelen otobüs bizim neredeyse onbeş yıl önce kullandığımız O302 veya O303’tü. Şaşırdım gerçekten ve biraz da mutlu oldum, bir nevi nostalji olacaktı benim için ve oldu da. Üsküp’ten Ohri’ye otobüs yolculuğu üç saat sürdü. Yolun neredeyse tamamı vadilerden, başlangıçta vardan olmak üzere nehir kenarlarından devam etti. Manzara görülmeye değerdi ama benim gibi yarım saatlik yolda bile uyuyanlar için manzara sadece ara sıra gözümüzü araladığımız anlarda oluşan görüntülerden ibaret olabiliyor.
Ohri’ye vardığımızda hemen öğleden sonraydı. Yolculuk üzerine bacaklarım açılsın diye otobüs terminalinden şehir merkezine yürüdüm ama bunu asla tavsiye etmiyorum. Eğer gelirseniz bir taksi tuttun şehir merkezi için. Otel bulup yerleşmem üsküp’ten daha kolay oldu, çünkü burada oteller çok daha ucuz başkente göre.

Otele eşyalarımı bırakır bırakmaz dışarı çıktım çünkü otele gelirken gördüğüm manzara dayanılmaz derecede güzeldi. Göl kenarına konuşlanmış bir şehir Ohri ve daha çok bir balıkçı kasabasını andırıyor, oldukça şirin ve sıcak bir kasaba. (sıcak kelimesi mecazen kullanılmıştır burada lakin mevsim itibarıyla dışarıda dondurucu bir soğuk var!)
Sahilde yürümeye başlamış, karnımı doyuracak bir yer için bakınıyordum ki sahilin sonuna doğru toplanmış bir kalabalık dikkatimi çekti. Üstelik yüksek perdeden çalan müzik sesi de sanki tüm şehri oraya davet ediyordu. Kalabalığa karıştığımda ve birkaç kişiyle konuştuğumda anladımki bugün şehirde balıkçılar için düzenlenen bir festival varmış ve bu kalabalığın sebebi hem festivak hem de festival nedeniyle dağıtılan balık çorbası ve şaraplarmış. Her ne kadar şaraplar ben vardığımda bitmiş olsa bile koca bir kazanda pişirilip dağıtılan lezzeti kendinden menkul balık çorbasına yetişebildim. Böylece şehir beni oldukça sıcak karşılamış oldu.
Balık çorbasından sonra, yemek yemek ve kısa bir şehir turundan sonra ısınmak için sığındığım irish pup’da bir şeyler içmenin ardında bu günü tamamlamış oldum.
Yarın, görünümü bir adayı andıran bu nedenle “ada” yerine her seferinde “şehir” demek için kendimi adeta zorladığım bu güzel kentin geri kalanını keşfedeceğim.

19 Ocak 2012 Perşembe

üsküp 4. gün

Üsküp’teki en güzel günüm bugün oldu sanırım, çünkü neredeyse hiç bir şey yapmaya çalışmayıp, hiçbir yeri görmek için zorlamadım kendimi. Yine de gezimin en verimli günüydü diyebilirim bugün için. Şehrin görmediğim yerlerini gördüm, biraz da şans(sızlığ)ımın yardımıyla…
Sabah yine bir postane seferi yaptıktan sonra, Alexandar Square’da biraz salınıp Makedonya Müzesine gittim. Oldukça keyifli bir gezi oldu bu. Özellikle müzenin giriş katında yer alan resimler etkileyiciydi. Alt ve Üst katlarda yer alan eserler ise düzensizliğiyle rahatsız ediciydi. Diğer Makedon müzelerini görmemiş olsam, henüz müzeciliği öğrenememişler diye yorum yapacağım ama hayır, buranın başka bir sıkıntısı vardı sanki. Terk edilmişlik gibi…
Müzeden çıkınca, yormayacağım ya bugün kendimi, rastgele bir cafe&bar bulup oturdum öylesine. Öylesine diyorum ama tam iki saat oturmuşum, keyifle. Şimdi akşam yemeğinden sonra tekrar gitmenin hayallerini kuruyorum. Jegarmeister, bir dilim portakal ve buz karışımının tadı hala damağımda. Öğlen saatlerinde cafeden çıkıp şehrin doğusuna doğru yürümeye başladım. Uzun ve keyifli bir yürüyüş olması biraz da fırıncının pizza dediği değişik bir çeşit poğaçayı yürürken afiyetle götürmem yüzünden olabilir. İlk şans burada yüzüme güldü ve ben yolumu kaybettim. Daha doğrusu ters yöne gittiğimi biliyordum da ileride ne var sorusunun merakı geri dönmemi engelledi. Doğuya doğru epey mesafe kat ettim ve eski binaların, eski sokakların, eski caddelerin olduğu bölümlerde buldum kendimi. Güzel fotoğraflar veren güzel sokaklar.

Her güzelliğin bir zorluğu varsa, bunun ki geriye doğru olan yürüme mesafesiydi. Neyse ki otobüs burada da kullanılan bir toplu taşıma aracı ve ben bunu dün keşfetmiş bulunmaktaydım. Şehir merkezine geliyor diye bindiğim otobüs –ön camında yazıyordu- otobüs terminaline gitti.
Bu ikinci şanssızlığımdı. Otobüs terminalinden şehir merkezine gitmek için acelem yoktu ben de gelen ilk otobüse binerek rastgele şehrin bir başka bölümüne gittim. Yine sokaklar yine insanlar. Henüz turizmle, turistle tanışmamış yerler gördüm gezdim.
Bugün üçüncü kez bindiğim otobüsle de nihayet merkeze yakın bir yere kadar gelebildim. Bugün eğer son günüm olmasaydı Üsküp’te yarın yine şehrin hiç tavsiye edilmeyen arka sokaklarında kaybolurdum. Üniversite öğrenciliği yıllarımda sıkça yaptığım, fakat zamanla unuttuğumu bugün fark ettiğim, rastgele otobüse binip şehrin değişik yerlerini keşfetme alışkanlığımı, sanırım, bugün yeniden kazandım. Şimdi bekle beni İzmir diye düşünüyorum ama önce, yarın, Ohri.

18 Ocak 2012 Çarşamba

üsküp 3. gün

İki günlük yorgunluğumun ardından, bugün, “ardından koşturan mı var kurtuluş, yavaş” dedim kendi kendime ama geç kaldım biraz çünkü bunu dediğimde akşamüzeri yorgunluğuyla otelde yatağa atmıştım kendimi.

            Sabah yine mütevazi bir kahvaltının ardından postaneye gidip kart attım birkaç kişiye, Üsküp hatırası diye. Sonra dün akşamdan planladığım üzere, Cross Hill adını verdiğim tepeye gittim.
            Bunu anlatmadan önce dün anlattıklarıma bir ilave daha doğrusu bir düzeltme yapayım; Üsküp’te “popov” diye bir restaurat yokmuş. Popov esasında “popovakula” olan bir şarap üreticisiymiş. Çok güzel bir şarap evleri ve henüz gidip görmediğim çok güzel bir restaurant&hotel’i varmış. Kaldığım oteldeki görevlilere sorunca söylediler tüm bunları ve bir de internet adresi verdiler. www.popavakula.com.mk fırsat oluşa son günümü burada geçirmek niyetindeyim. Bakalım.
            Yine dün akşam popov diye bir yer olmadığı gerçeğinin ayırdına varınca nerede yemek yesem sorusu çıktı ortaya ve neyse ki yine otel görevlileri yetişti imdadıma. Old City House, since 1836. Pajka Maalo St.’de yer alan oldukça güzel bir restaurant. Gidilir, yenilir, içilir…
            Bugünkü gezime Cross Hill’den başladım dedim ama aslında oranın tam adını bilmiyorum. Bu adı o tepeye ben verdim çünkü Üsküp’ü insanın ayaklarına seren bir tepenin en hakim noktasına devasa bir haç yapmışlar çelikten. Yüksekliğinin yetmiş metre olduğunu söylediler ama bununla ilgili bir bilgi görmedim herhangi bir yerde. Önce taksiye binip belli bir yere kadar gitmek gerekiyor, otobüste varmış oraya (vodov otel diye sormak lazım sanırım) ama ben dönüşte fark edip otobüse bindim. Belli bir noktadan sonra araç ile ulaşım mümkün değil. Tepeye kadar telesiyej ile çıkmak gerek. 1068 kotundan 1570 kotuna kadar olan telesiyej yolculuğu oldukça keyifli. Tepede ise çok bir şey yok doğrusu. Sadece şehir manzarası görmüş olmak güzeldi, şehrin her yerinden görülen devasa haçın dibinden yukarı doğru bakmak ve koça çelik yığınının hareket ediyormuş sanrısını yaşamak da. Belki de mevsimden dolayı çok bir şey yok diye düşünüyorum, çünkü tepede konuşlanmış iki cafe&bar vardı ve ikisi de kapalıydı. Yazın akşam serininde burada şehre doğru oturup bir şeyler içmek çok daha keyif vericidir eminim.
            Cross Hill’den geri otobüs ile döndüm. İlk otobüs yolculuğum gerçekleşmiş oldu böylece. Taksi ile gidiş yolunda gördüğüm eski kiliseyi bulmam biraz zaman alsa da uğraştığıma değdi doğrusu. Daha önce Almanya ve Hollanda gezilerim sırasında da bir çok kilise görmüştüm ama bu kadar etkileyici olanına rastlamamıştım. Şimdilik en görkemli kiliseler sıralamasında -Ayasofya dahil değil buna- ilk sıra adını çözemediğim bu kilisenin. Kril alfabesini söküp her şeyi okuyabilir hale geldim diye düşünürken bugün gördüğüm bu görkemli yapıtın kapısında yazılanları okuyamadım. Üstelik kilise ibadete açık olduğundan olsa gerek kapısında veya yöresinde herhangi bir bilgi yoktu. Bu nedenle ne adını biliyorum, ne de ne zaman kimler tarafından yapıldığını.
Öğlene doğru yorgunluğumu atmak için meydana yakın bir kafede oturdum ve çay ve kahveyle biraz olsun ısınmış oldum. Daha sonra eski pazara geldim tekrar. Görmediğim daha birçok yeri vardı buranın diye düşünüyordum ki yanılmadığımı, buranın gezmekle bitirilemeyeceği gerçeğiyle birlikte fark ettim. Eski Pazar gerçekten çok eski ve bir dünya ara sokak, yan sokak, çıkmaz sokakla birlikte birbirine bağlanmış durumda. Gazi İsakbey Camii ve Sultan Murat Camiinden sona gitmeye çalıştığım Alaca Camiinin etrafında dolaşıp içeri giriş yerini bulamadım. Bu camiye meğer ana yol tarafından gelmek gerekliymiş ki eski pazar tarafında pazar o kadar karışık ki caminin etrafında dönüp durmaktan başka bir şey yapılamıyor, üstelik bir müddet sonra pazarın üstü kapalı bölümleri başladığı için gökyüzünü dolayısıyla minareyi de görmek mümkün olmuyor ve kör bir serüven başlıyor pazar içinde.
Pazarda çok fazla bir şey yok ve her şey var. Sebze ve meyveden kılık kıyafete kadar her şey bir arada ve çok sıkışık bir ortamda satılıyor. Alışveriş için değil de görmek için gezilebilir. Dönüşte eski pazarın içinde bir sanat/resim galerisine rastladım ki görülmeye hatta resimler alınmaya değer. Bu da bu günün fotoğrafı olsun hem.


         Pazardaki geziden sonra otele öndüm ve “ardından koşturan mı var kurtuluş, yavaş” dedim kendi kendime. Henüz bitiremedim Üsküp’ü, yarın da buradayım. Sakin, koşuşturmasız bir gezi olsun istiyorum.

17 Ocak 2012 Salı

üsküp 2. gün

Dün “bugün yorucu oldu” demiştim ama bugünkü halimden sonra dün fırından yeni çıkmış gibiymişim dedim.
Sabah erken başladı, saat sekizde kahvaltı için yukarı çıktım, beklemediğim kadar güzel bir salonda kahvaltı yaptım. Mütevazi fakat doyurucu bir kahvaltı oldu. Baklava memleketinden gelip, tereyağlısı, cevizlisi, fıstıklısı, dondurmalısı gibi baklavanın her çeşidini yediğini düşünen ben otel sahibesinin çikolata kaplamalı baklava ikramı karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Lezzetliydi yine de tereyağlısını tercih ederim.
Kahvaltıdan sonra hemen sokağa attım kendimi. Çıkmadan önce yine otel sahibesinden birkaç bilgi aldım. Nereye gideyim, nereleri göreyim diye…
Eski pazarda dolaşarak başladım güne, en yakın yer orasıydı kaldığım otele ve başlangıç için iyi geleceğini düşündüm. Nitekim öyle de oldu. Eski Pazar daha kalabalıklaşmadan ben neredeyse gezimi tamamlamıştım. Gerçi yarın tekrar giderim diye düşünmüyorde değilim ama o sabah mahmurluğunda gezmek iyi oldu. Sabah hava o kadar soğuktu ki güneş kendini iyice gösterene kadar dondum resmen. Eski pazarı gezerken, o sokaktan çık bu sokağa gir, biraz ufak yokuş var sonunda ne göreceğim acaba derken kalenin olduğu tepeye kadar, kalenin dibine kadar gelmiş oldum bir anda. Ama ene yazık ki kalenin içine girip yukarıdan şehri izleme şansım, kalenin ziyaretçilere kapalı olmasından dolayı olmadı. Neyse.
Keleye çıkan yolun üzerinde, kapısında herhangi bir tabela ve benzerinin bulunmadığı bir modern sanat atölyesi/müzesi karışımı bir yere rast geldim. Çok etkileyiciydi fakat dönüşte tekrar bakayım derken bulamadım yerini. İlginç. Otel sahibesinden öğrendiğim üzere Makedonya Ulusal Galerisine gittim. Tarihi bir hamam olan Çifte Hamam restore edilip sanat galerisine çevrilmiş. Ben gittiğimde, hamam olmasından mıdır nedir, çok sıcak ama bir o kadar da boş bir ortamda buldum kendimi. Sıcak olması çok iyi oldu çünkü yaklaşık bir buçuk saattir dışarıdaydım ve sabah soğuğu kemiklerime kadar işlemişti. Isındım bir güzel. Üstelik oradaki görevliler boşta olsa galeriyi dolaşmama izin verdiler ki, bu ısınmanın yanında cabası oldu. Bir mekan boşken bu kadar güzel oluyorsa içinde sanat eserleri varken nasıl görünür acaba diye dşünürken, Makedonua Ulusal Galeri’sinin bir değil üç tane olduğunu ve hepsinin hamamlardan galeriye devşirildiğini öğrendim, görevlilerden. İyice ısındığıma emin olduktan sonra bir diğer galeri olan Davutpaşa Hamamına yöneldim ve boş bir mekanın içinde sanat eserleri varken nasıl güzel görüneceğinin cevabını burada aldım. Çifte Hamam kadar sıcak olmasa da içindeki eserlerle dakikalarca zaman geçirilebilecek bir galeriydi burası ve yarın yine gidebilirim diye, yüzsüzlüğü göze alarak görevliye bugünkü giriş biletimi yarında kullanıp kullanamayacağımı sordum. Kullanabilirmişim.
Oradan çıkınca güneş de kendini biraz göstermeye başlamıştı, buna rağmen havanın soğuğu ısırmaya devam ediyordu. Dün akşamüzeri gezdiğim meydanı bugün gün ışığı altında tekrar dolaştım. Meydanın beş girişi var ve her girişte Makedon tarihinde önemli bir yere sahip birinin heykeli var. Tam meydanın ortasında ise Alexandar the Great bulunmakta. Bundan başka meydanın hemen her tarafına serpiştirilmiş irili ufaklı bir çok heykel de var. Her biri ayrı güzel… karşılıklı duran iki kadın heykeli ise en güzeli belki. Karar vermek zor. 

Dün oturup çay-konyak içtiğim kafeye, biraz dinlekmek için tekrar gittim ama bu kez kendi konyağım çantamda hazırdı. İki fincan çay içine konyak ilavesi ile ısıttı içimi. Tam kalkmak üzeryken otel sahibesinden aldığım bilgileri not ettiğim küçük notlarıma bakarken, mutlaka gideyim diye not ettiğim Mother Teressa müze-kilisesinin hemen karşımda olduğunu gördüm. Güzel tesadüf buna derim ben. Mother Terasa müze-kilisesi de çok güzel ve huzurlu bir yer ve mutlaka görülmeli. Üst katta yer alan kilise kısmı daha çok cam duvarlardan oluştuğundan içeri giren güneş ve aydınlık insana huzur veriyor.
Elimdeki notlarla gezime devam ederken bugünün bitirici darbesi The Museum of National Fight’tan geldi. Taş köprünü, meydanın karşı kıyısında, hemen solunda yer alan müze muaazzam güzellikteydi. Ancak rehber eşliğinde gezilebilen müze, devasa resimler, onlarca balmumu heykel, canlandırmalar, tarihi eşyalar kıyafetler ve benzeri ile o kadar dolu ve o kadar güzel tasarlanmış ki dolaşırken hayran olmamak elde değil. Sürekli bilgiler veren rehberi takip etmek etrafı izlerken zor oluyor ve Makedon tarihi o kadar karmaşık ki kişileri ve olayları takip etmek neredeyse imkansız. Hatta turun sonun da rehbere tüm isimleri karıştırdım dediğim de gülümseyip çok normal ben bile sürekli karıştırıyorum diye cevap verdi. Onca isim ve olaydan sonra aklımda kalan Makedonya’nın tarihi, savaşlar, suikastler ve ihanetlerle dolu ve Yunanistan’la olan şimdiki siyasi çekişmelerine bakılırsa çileleri halen dolmuş değil. Bunu görmek, biraz olsun anlayabilmek için The Museum of National Fight mutlak görülmesi gereken bir yer, gerek benim gibi turistik gezi için burada bulunanlar olsun gerekse Makedon halkının kendisi için olsun. Yalnız bu müzeyi ziyaret edeceklere küçük bir uyarı, bu müzenin ziyaretini günün ilk etkinliği olarak planlayın. Yoksa bu kocaman müzede ayakta durmaktan, biraz yürüyüp tekrar durmaktan, benim gibi telef olmanız kaçınılmaz olur. Müzeden çıktığımda tükenmiştim artık. Kendimi otele nasıl attım bilmiyorum.
Yaklaşık bir saat uyumuşum gelir gelmez. Akşam yemeği için dışarı çıkacağım şimdi. Mümkün olursa Popov’da yemek yiyip, oradan Havana Bar’a gideceğim. Bu iki yer de adına nette rastladığım ve merak ettiğim mekanlar. Bakalım bu kadar merakıma değermiymiş.

16 Ocak 2012 Pazartesi

üsküp 1. gün

Bugün yorucu oldu.

Vize yok diye çok rahattım ama pasaport kontrolünde ki görevli polisin arıza çıkarmasıyla gerildim biraz. Yaklaşık beş dakikalık bir beklemem oldu, sonra daha üst rütbeli bir kadın polis geldi. Neden geldin, otel rezervasyonun var mı, dönüş biletin var mı gibi birkaç şey sordu ve sonra diğer memura birşeyler söyledi. İlk başta sorun çıkaran memur da pasaportumu uzatarak geçebilirsin dedi. Sorun hallolmuş oldu ama ben pek bir şey anlamadım, tipimi beğenmediler sanırım. Daha sonra ilk iş döviz bürosuna gittim ve 200€ bozdurarak karşılığında 12270 MKD (Makedon denarı) aldım. 1€ 61,35 MKD yani 1TL yaklaşık 25,5 MKD. Gibi.
            Şehre gelip otel bulmam zor olmadı. İnernetten bakmıtım gelmeden önce ve Guesthause Anja ile Hotel Super 8’i not etmiştim, el kitabıma. Anja’da yer yok dediler ama sanki tamirat, tadilat ve benzeri bir şey vardı veya otel kapalıydı tam anlamadım. Hotel Süper 8’te kalıyorum şuan. Üç yıldızlı vasat veya vasatın çok az üzerinde bir otel. İşimi görmeme yetiyor ya gerisine çok bakmıyorum. Akşam yaptığım şehir turunda, taş köprünün hemen yanında gördüğüm beş yıldızlı Stonebridge Hotel eminim çok daha güzeldir ama orada bir geceliğine 40€’ya kalabileceğimi sanmıyorum.
            Bugün kısa bir şehir turuyla geçti. Aleksandar Square etrafında dolaştım durdum desem yeridir. Dikkatimi ilk çeken şey şehirdeki heykellerin çokluğu oldu. Bir de meydanın etrafında devam eden inşaat çalışmaları. Çok güzel binalar yapılıyor veya restore ediliyor. Galiba ben biraz erken geldim bu şehre diye düşünmeden alamadım kendimi çünkü inşaa halindeki yapıların bitmiş hallerini hayal etmek bile çok etkileyiciydi. Şehirde ki heykelleri görünce bir şehrin gelişmişliğinin kanıtının heykelden daha somut olamayacağına karar verdim. Başka hiçbir şey değil.



            Akşam yorgunluğunu atmak ve biraz ısınmak için oturduğum kafede sıcak çay ve konyak içip yine meydana bakan london bistro’da akşam yemeğimi yedim. Otele dönerken bir de eski çarşıdan geçeyim dedim ama yolumun üzerinde yer alan bir türk kahvesinde manisaspor- Fenerbahçe maçını görünce, yorgunluğumu da üzerine ekleyince, eski Pazar yarını beklesin dedim ve oturup bir güzel maç seyrettim. 2-1 yendik manisasporu, son dakika golüyle, bu da günün cabası oldu.



üsküp, gidiş

     İzmir adnan menderes havalimanı

     Dışarıda hava mevsimin aksine çok güzel. Güneş ışıldıyor. Tiyatrolarda sahne arkasından perdeyi aralayıp da seyircilerden birine muzipçe el sallayan ve gülümseyen oyunculardan biri gibi. Ben ise o oyuncunun tanıdığı, el salladığı kişi değilim, şu an görmemem gereken bir şeyi görüyor, şahit oluyorum ve bundan oldukça hoşnutum. Bir başkasının gülümsemesine gülümseyebilenlerdenim. Mutlu olmayı bilenlerden…
        Bu yolculuğumun böyle başlaması devamının güzel geçeceğine olan inancımı pekiştiriyor. Ne de olsa daha önce hiç bilmediğim, hiç görmediğim bir yere gidiyorum. Heyecanlıyım.  Makedonca el kitabı bile almıştım geçen gün. Gerçi tüm heyecanıma rağmen yolculuk için yaptığım hazırlığın tamamı Makedonca el kitabı almak ve bir de sözlükten Makedonya, Üsküp gibi başlıkları okumaktan ibaret ama olsun.
     Havaalanına gelirken yolda Makedonca el kitabıma baktım biraz. Sanırım Makedonca kelimelerin nasıl okunduğunu biliyorum artık. Düşündüğüm kadar zor değilmiş kril alfabesi. Üstelik bu dilin kulağa hoş gelen bir tınısı da var. Gerçi yeni olan hemen her şeyin benim için hoş bir tınısı var ya, neyse… 
         İnsan bir yeri daha gitmeden nasıl bu kadar sevebilir anlayamıyorum, ama bundan şikâyetçi olacak da değilim. Okuduklarımdan, izlediklerimden, oradan çok uzun yıllar önce buraya göç etmiş olan tanıdıklarımdan dolayı daha gitmeden sevdiğim bir ülke oldu Makedonya. Üsküp, Ohri ve belki de Struga şimdilik. Eminim benim onlara kavuşmak için duyduğum bu heyecanı bu şehirlerde benim için duyuyorlardır. Özellikle Üsküp. Eğer bu şehrin bir ruhu varsa, ruh eşlerimden biri o olurdu. Kim bilir vardır da belki. Gideceğim ve göreceğim. Uzun zamandan beri hasretle beklediğim bu vuslatı yaşayacağım.
     Yanıma aldıklarım; fotoğraf makinem ve aksesuarları, dizüstü bilgisayarım, cep telefonum, üzerimdekilerden başka bir kot pantolon, iki swetshirt, yedek çamaşır ve çoraplar ve ne olur ne olmaz diye yün içlikler. İki küçük havlu, son seyehatimde otelden (ç)aldığım iki küçük kalıp sabun, diş fırçası ve diş macunu. Oldukça mütevazi bir bavul, daha doğrusu sırt çantası. Umarım lazım olabilir diye düşünüp yanıma aldığım bu malzeme ve kıyafetten başka bir şeye ihtiyaç duymam.  Bir de tatil bütçesi mevzuu var tabi. Bütçemde bavulum gibi mütevazi. Gidiş-Dönüş uçak biletimi daha önceden almıştım zaten, pasaport ve yurtdışı çıkış harcı için gereken masraflarda halledildi ve sadece tatil için gereken parayı ayarlamaya kaldı iş, bunun içinde tam olarak 550€ ayarlayabildim. 7 günlük bir tatil olacağına göre günlük limitim 80€ ancak. Bu konuda endişeliyim doğrusu. Bakalım yetecek mi cebimdeki para. Olmadı son bir iki günü havaalanında bisküvi yiyerek geçiririm diye dalga geçiyorum  kendimle ama umarım böyle bir durumda kalmam.

15 Ocak 2012 Pazar

yol

     her seferi-n de gitmek neden beni bu kadar heyecanlandırır merak ederim her seferi-mde. yolun belirsizliği kanımı kaynatır, yeniliği gözlerimi dört değil dört bin açmama sebep olur, yapancılığı ürpertir tüm dikenlerimi, keşfedilebilirliği yüreklendirir bonkörce. kişiler yenidir yolda, olaylar yenidir, hatta evler, binalar, istasyonlar yenidir. ben ise bu yeniliğe müptela koşar dururum yol üzerinde. yorulmadan, bir an olsun soluklanmadan, yılmadan...
     iki yol arasında geçen her durak bir sonrakinin planlama aşamasıdır aslında. ne yapmalı, ne etmeli bir sonra ki sefere nereye, ne zaman gitmeli, -meli, malı, ne, nere, ne zaman soru, soru sorular bir dünya... keşfedilmeyi bekleyen koca dünya üzerine dünyadan, dünyalardan daha büyük sorular yığını. her yolum bir cevap olsun niyetiyle zaten ya, her yolumda on bin cevabım olsa da yine cevapsız kalırdı yüz binlerce sorum... ama kan bu çeker durur beni yollara. öylesine apansız vermişimdir kararımı. ya bir arkadaşımdan duymuş, ya bir kitaptan veya netten bir yerlerde okumuşumdur. 
     gidersem,varabilirsem o nihayete sanki tüm cevaplarını alacağım soruların. hesaplaşacağım kendimle ve tanrım diyeceğim sanki, işte buradayım. karşında! benimle miydi tüm hesabın, yoksa ben mi kendimi bu kadar ciddiye aldım, önemsedim.
sus.
susma, konuşmadıkça bu kadar büyüdü yol içinde. yok ol. yok olsun herşey. 
bağır.
haykır.
tanrım benimle miydi tüm hesabın, yoksa ben mi kendimi bu kadar ciddiye aldım?
önemsedim!
sen neden önemsemedin?
sus.
susma.
yol seni bekler.

10 Ocak 2012 Salı

yarıbuçuk

yarım hayallerim var benim,
asla tamamlayamadığım.
başladığım
ve sonunu göremediğim
maymun iştahlı da olabilirim
şıpsevdi de
adı ne olursa olsun
yarıbuçuk benim hayallerim
günlük gibi,
fotoğraf gibi,
hikaye ve şiir gibi
hep yarıbuçuk
hep tamamlanmaya muhtaç
ama bunu ben yapabilir miyim dersem
"yarıbuçuk" bir cevabım olur ancak!